Varoluşçu Psikoterapi

Varoluşçu PsikoterapiVaroluşçu psikoterapi, 1940 ve 1950' lerde bir çok felsefi akımın yaklaşımlarını temel alarak, çağdaş yaşamın yalnızlık,yabancılaşma, anlamsızlık gibi ikilemlerini çözmek üzere, Avrupa' nın farklı bölgelerinde eş zamanlı ve kendiliğinden doğan bir ekoldür.

Danimarkalı felsefeci Soren Kierkegaard, Alman felsefeci Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Fransız yazar ve düşünür Jean- Paul Sartre, Martin Buber, Ludwing Binswanger, Medard Boss varoluşçu analiz ve insan varlığının sübjektif ve spiritual boyutlarını vurgulayarak bu konuda ön ayak olmuşlardır.

Irvin Yalom, Viktor Frankl, Rollo May ve James Bugental ise varoluşçu kuramı geliştirerek psikiyatri ve psikoterapiye uyarlayan otörlerdir. Irvin Yalom, varoluşçu psikoterapi adlı kitabında ölüm, özgürlük,varoluşçu izolasyon ve anlamsızlık üzerinde durarak klasikler arasına girmiştir. Yalom, bu kitabında Kierkegaard'ın yaratıcı kaygı, ümitsizlik, korku ve kaygı, suçluluk, hiçlik, Neitzsche' nin ölüm, intihar ve geleceğe ilişkin beklentiler, Heidegger' in otantik olma, destekleme, ölüm, suçluluk, bireysel sorumluluk ve izolasyon, Sartre' nin anlamsızlık, sorumluluk ve seçim, Martin Buber' in kişilerarası ilişkiler, terapide ben ve başkaları yaklaşımı ve kişisel dönüşüm tezlerini bütüncül biçimde harmanlamıştır.

Amaç ve anlam eksikliğine ilişkin belirsiz şikayetler, günümüzde psikoterapiye en çok başvuru sebepleri arasındadır. Çoğu terapist te bu bulguları tek tek tedavi etmeye girişerek hayatın anlamını arama gerçeğini görmeyebilmektedir. Varoluşçu psikoterapinin önemi burada kendini gösterir. Var olmaya devam etmek istesek te sonu olan varlıklar olduğumuz gerçeğinin bilinciyle bu kısa dünyada mutlu, etik ve anlamlı olarak yaşamanın önemine vurgu yapar.

Varoluşçu yaklaşımın birinci basamağı, herkesin kendi farkındalığına varma kapasitesi olduğudur. Bundan dolayı insanlar kendilerini ifade edebilir ve tercihler yapabilirler. Kendi kendimizin farkındalığına varabildiğimiz ölçüde ruhsal açıdan sağlıklı bir birey oluruz. Bu amaçla şunları bilmeliyiz.

  1. Hepimiz ölümlü varlıklarız ve yaşamda her istediğimizi yapacak zamanımız yoktur.
  2. Her insan eyleme geçme ya da eylemde bulunmama hakkına ve potansiyeline sahiptir. Eylemsizlikte bir seçimdir.
  3. Seçimlerimiz ve eylemlerimiz bize aittir, dolayısıyla kaderimizi yönlendirebiliriz.
  4. Hayatı anlamlandırmak bireye özgüdür ve kendi çabasının ürünüdür.
  5. Varoluş kaygısı hayatın itici gücüdür. Bize sunulan seçeneklerle ilgili farkındalığımızı arttırdıkça sorumluluk duygumuz da artacaktır.
  6. Yaşam boyunca yalnızlığa, anlamsızlığa, boşluk hissine, suçluluk duygusuna ve soyutlanmaya maruz kalmak tüm insanlar için doğaldır.
  7. Diğer insanlarla ilişki içinde olsak da temelde yalnızız.

Bu temeller çerçevesinde bilincimizi genişletmeyi ya da sınırlandırmayı seçmek kendi özgür irademizdir.

"Varoluşçu özgürlük" siyasi özgürlük ya da esaret altında olmamak anlamında değildir. Sorumlulukla el ele giden özgürlük, varoluşçu anlamda, insan olmak demektir. Kişi seçenekler arasından kendine uygun olanı seçme özgürlüğüne sahiptir ki, bu da kaderini belirlemede büyük rolü olduğunu gösterir. Seçme özgürlüğü, sorumluluğu doğurur, yani yaşamlarımızı yönlendirme sorumluluğu üzerimizdedir. Kötü kaderle ilgili söylemler güvensizliğin eseridir. Sartre, "tercihlerimiz bizleriz" diyerek bunu belirtmektedir. Sorumluluk alabilmek terapideki değişimin temel koşuludur. Sürekli başkalarını suçlayarak sorumluluklarını üstlenmeyen danışanlar kendilerini kandırırlar ve terapiden bir yarar sağlayamazlar. Sonsuz özgürlüğün yüklediği sorumluluk duygusunun dehşeti, insanları patolojik savunma mekanizmalarını yoğun olarak kullanmaya iter ve ruhsal sorunlar baş gösterir. Özgürlüklerini kullanamayan bireyler, yaşamları üzerindeki, kontrolü kaybettikleri duygusunu yaşarlar. Danışan, varoluşçu terapi boyunca daha önce yaşadığı kalıpların yaratığı güven ortamından sıyrılıp, yeni yolların, yeni kalıpların getireceği bedelleri ödemeye hazır olmalıdır. Varoluşçulara göre özgür olmak ve insan olmak aynı anlamdadır.

Varoluşçular bireyin diğerleriyle ve doğayla kurulması gereken bağlardaki kopukluğa dayalı "yalnızlık, korumasızlık, yabancılaşma" üzerinde önemle durmuşlardır. Bir çoğumuz yaşamımızdaki çelişkileri irdelemek ve yanıtlarını bulmak yerine diğerlerinin bizden beklediği davranışları sergilemeyi tercih ederiz. Bu durum varlığımızı yok ederek, kendimize yabancılaşmamızı sağlar. Çoğu danışanlarımızın içinde, hiç kimse olmamaktan gelen bir korku, kendini içi boş bir kabuk gibi bomboş hissetme duygusu vardır. Danışanlar bu korkuyu kabullenme cesareti gösterdikleri andan itibaren, kendileri dışındaki yaşam yollarını kabul etmeleri ve kendilerine uymayanları ayıklamaları mümkün olacaktır.

Varoluşçu felsefede dünyaya yalnız gelir, yalnız döneriz. Erich Fromm' a göre "kişiler arası izolasyon" ve bireyin kendiliğinin bir parçası olarak " kendilik içinde izolasyon" kaygının temel kaynağıdır. Varoluşçu izolasyon, tek başına olmaktan farklı anlamda olup, kişinin kendisi ve diğerleri arasındaki uzlaşılmaz uçurumu ifade eder. Olgunlaşmış yalnızlık duygusunda ise birey kimseden onay almamayı, kimseye bağlı olmamayı içselleştirmiştir. Bu kendimize yönelerek ve ayrılık duygusunu yaşayarak güç elde etmektir. Bir çok insan kimse tarafından düşünülmediği, varlığının başkaları tarafından dikkate alınmadığı düşüncesiyle dehşete düşer. Bu varoluşçu izolasyonun dehşetidir. Kişi kendi hayatının sorumluluğunu tam anlamıyla aldığı noktada, varoluşçu izolasyon onu korkutmayacaktır. Birey birileri tarafından korunduğu algısından vazgeçmek durumundadır. Evrenin kozmik yalnızlığında birey de temel yalnızlığıyla baş başadır. Olgunlaşmış izolasyonda birey kendi kendiyle iletişim kurabilmekte, kendini dinlemeyi bilmektedir. Varoluşçu terapistler, izolasyon bağlamında kolay çözümleri reddederek, danışanların tek başlarına gerçekle yüzleşmelerini ve kendi yanıtlarını kendilerinin bulmalarını isterler.

Bütün insanların hayatta bazı "anlamlar" bulma gereksinimi, varoluşçuluğun bir diğer temel öğesidir. İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli faktörlerden biri anlamlılık duygusuna sahip olmak ve bir amaç uğruna mücadele edebilmektir. Birey kendi dünyasını yaratabilmeli ve neden yaşıyorum? nasıl yaşamalıyım? neden buradayım? yaşam bana ne vermeli? ben yaşama ne katmalıyım? yaşamdan ne istiyorum? gibi sorulara cevap verebilmelidir. Hayatı destekleyecek kadar sağlam bir amaç bulanlar ruhsal açıdan sağlıklı bireylerdir. Hiçbir şey için hırs duymama, kendini boş, amaçsız ve işe yaramaz hissetme, belli bir yaşa gelmesine rağmen ne yapmak istediğini bilememe, hastayı terapiye yönlendiren, hayata anlam bulamama sıkıntılarıdır. Frankl, yaşamdaki anlamsızlık ve boşluğu varoluş boşluğu olarak tanımlamıştır. Anlamsızlık kavramıyla bağlantılı olarak, var olma nedeniyle suçluluk hissetme mümkündür. Bu kişilerde tamamlanmamış olma duygusu veya olması gereken kişi olmadığı gerçekliği söz konusudur. Terapideki amacımız danışanlarımıza yaşamda bir anlam bulmalarını sağlamaktır. Logoterapi yeni anlamlar oluşturmaya yönelik bir psikoterapi yöntemidir. Frankl, varoluşçu felsefede, yaşamdaki belirli anlamların ne olması gerektiğini söylemeyi değil, acı çekerken bile bir anlam bulabilmenin önemine dikkat çeker. Bu mazoşist bir yaklaşım, kötümser bir bakış açısı değildir. Söz konusu olan hayatın trajik ve olumsuz yönleriyle yüzleşme gücünü kazanarak, umutsuzlukla mücadele edip zafere ulaşmaktır.

Yukarıda bahsettiğimiz tüm varoluşçu soruların ardından, en acı ve en zor varoluşçu sorun ölüm gerçekliğidir. Gelecek gerçeğini ve ölümün kaçınılmazlığını kavrama yeteneği insanlara özgüdür. Tüm hayatımız ölüm farkındalığının gölgesinde geçmektedir. Varoluşçu felsefe ölüme olumsuz olarak bakmaz. Ölüm, yaşama anlam getiren temel koşuldur. Önemli olan öleceğimiz gerçeğine savunma pozisyonu almamaktır. Ölüme ilişkin farkındalık aslında yaşamın ve yaratıcılığın esin kaynağıdır. Sınırlı zamanımız olduğu gerçeğini cesaretle kabullenirsek, her dakikanın önemini bilir, her anın tadını almaya çalışırız. İrvin Yalom, ölümü kabullenmenin psikoterapideki önemine vurgu yapar ve bunun anlamsız yaşam biçiminden otantik yaşama geçişte büyük payı olduğunu savunur.

Varoluşçu terapistler, kaygıyı gelişimin potansiyel kaynağı olarak görürler. Normal kaygı, karşılaşılan olaya uygun tepki vermeyi sağlar. Böyle bir kaygı, birey için baskı unsuru değildir ve değişim için gereken motivasyonu sağlar. Nörotik kaygı ise farkındalık dışındadır ve kişiyi işlevsiz kılar. Kaygı olmadan yaşanılmaz ve ölüm gerçekliği ile yüzleşilemez. Varoluş kaygısı, yapıcı bir kaygıdır ve gelişim için yardımcıdır. Yeni bir yaşama açık olmak kaygıya da açık olmaktır. Kaygılarıyla yaşamayı göze alabilen bireyler terapiden fayda göreceklerdir. Bilinenden bilinmeyene geçme özgürlüğümüzü kullandığımızda kaygı yaşamamız doğaldır. Önemli olan bu seçimi yapabilmemizdir.

Sonuç olarak varoluşçu psikoterapi, insan yaşantısının çatışma ve harekete yönelik güçlerini ele alan dinamik bir yöntemdir. Çatışmalarımızı insani çıkmazlarımızda arar. Hedef, bireyleri kapasitelerinin elverdiği, en iyi otantik kişiler haline getirecek tercihleri yapmaları konusunda farkındalıklarını arttırmaktır. Varoluşçu yaklaşıma göre özgürlüklerimizden vazgeçerek sorumluluktan kaçamayız.

Varoluşçu terapide hedef danışanların özgürlüğünü engelleyen alışkanlık ve dar kalıplardan kurtulmalarını sağlamaktır. Fakat her yeni özgürlük yeni kaygıları da doğuracaktır. Gerçek gelişim özgürlüğün getirdiği korku ile yüzleşildiği taktirde mümkündür. Varoluşçu felsefenin kaygı yaratan ana korkusu, yaşamda hiçbir garantinin olmamasıdır. Varoluşçu yaklaşımın amacı, bu kaygıyla baş etmeyi öğreterek, bireyi otantik amaca dayalı davranışlara yöneltmektir.

Danışanlarımızın hayatla mücadelelerindeki yetersizlik, çoğu kez kendileriyle olan farkındalıklarının sınırlı olması ve sorunlarının özelliklerini bilememelerinden kaynaklanır. Sorunları ile başa çıkmak için ellerindeki seçenekleri göremezler. Kendilerini bir tuzak içinde hissederler, mutsuzluk artık kaderleri olmuştur. Varoluşçu terapistler, bireylerin saplantılarının nedenlerini bulmaya yardımcı olarak her danışanın kendine özgü mücadelesini desteklerler.

Özetle, varoluşçu psikoterapi, farklı psikoterapi tekniklerini zaman zaman kullansa da özünde insan olmanın ne anlama geldiği felsefesi yatar. Hedeflenen, anlamlı ve amaçlı bir hayat oluşturmaktır. Bundan dolayı varoluşçu terapide, insandan insana olan ilişkiler ana çalışma konusudur. Özgürlük ve sorumluluğa ait farkındalık geliştikçe artan varoluş kaygısını yok etmek iyileşmeyi sağlayacaktır. Varoluşçu terapi mekanik bir süreç değildir, merkezinde insanın kendisi vardır. Tedavi sonunda birey özgürlük ve sorumluluğunun farkındalığını tercih ederek yaşamını yeniden tasarlayabilmektedir. Terapi sürecinde kişisel özgürlüğe ait sorunlarla mücadele, insan olarak yabancılaşmanın getirdiği sorunlarla başa çıkma, ölüm korkusuyla yüzleşme, hayatın merkezine kendini koyarak yaşama cesaretini kazanma, anlamlı bir yaşam için araştırma ve mücadele, kişisel ve insani değerleri keşfetme, kaygı ve suçluluk duygusu ile baş etme, kendini ifade etmeyi sağlayacak tercihleri korkusuzca yapabilme gibi konular işlenecektir.

Varoluşçu Psikoterapi Antalya.
Antalya Psikiyatri ve Psikoterapi Merkezi.