Psikanaliz

Psikanaliz"Hayatın görünür yüzü, zihin faaliyetlerinin yüzey toprağıdır" diyen Sigmund Freud, psikanaliz kuramını oluşturan ve geliştiren Avusturya doğumlu bir tıp doktorudur.

Sekiz çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak 1856 yılında doğan Freud, çok sert ve otoriter bir baba ve çekici, sevgi dolu ve koruyucu bir annenin çocuğudur.

40'lı yaşlarında birçok psikosomatik sorunla boğuşan, abartılı ölüm korkusu ve pek çok fobiye sahip olan Sigmund Freud, bu dönemde kendi analizini yaparak, kişilik gelişiminde iç görü kazanmaya çabalarken ilk çocukluk yıllarında annesine duyduğu çocuksu cinselliğin farkına varmış, bu doğrultuda psikiyatri dünyasına damga vuran kuramın ilk temellerini atmıştır.

Bir tedavi olmanın yanı sıra insan davranışlarını anlamanın bir yolu da olan psikanaliz, psikiyatri, psikoterapi ve psikoloji dünyasında şimdiye kadar geliştirilmiş en kapsamlı kuramdır.

Tüm çalışmalarını 24 ciltlik bir seride toplayan ve yaşamının son 20 yılında yakalandığı çene kanseri nedeniyle büyük acılar çeken ve sayısız ameliyatlar geçiren Freud, meslektaşlarına olan hoşgörüsüzlüğüyle bilinir. Başlangıç noktaları benzer olan ve aynı dönemin analistleri Carl Jung ve Alfred Adler, zaman içinde Freud' tan ayrılarak kendilerine ait yeni kuramlar oluşturmuşlardır.

Freud' un görüşleri hemen hemen tüm psikoterapi yöntemlerinde etkilerini göstermiş olup, günümüzdeki çağdaş uygulamalarda da etkilemeye devam etmektedir. Bugün uygulamada olan psikodinamik psikoterapi, klasik psikanaliz ile en bağlantılı yaklaşımdır. Günümüzde klasik ve modern psikanalitik yaklaşımlar bir arada bulunmaktadır.

Psikanalitik yöntem, bir kişilik gelişimi modeli olup, davranışı motive eden psikodinamik faktörlere dikkat çekerek, bilinçdışının önemine ağırlık vermiştir. Freud'a göre kişilik gelişiminin en önemli dönemi yaşamın ilk 6 yıldır, burada da bilinçdışı motivasyonlar, biyolojik ve içgüdüsel dürtüler temel belirleyicilerdir.

Psikanaliz, içsel deneyimleri ve çatışmaları çözerek insan davranışlarını yorumlar ve buna dayanarak psikolojik sorunları tedavi etmeye çalışır.

Freud tüm yaşam içgüdülerinin enerjisini libido olarak tanımlamıştır. Yaşam içgüdülerinin de acıdan kaçmak ve zevk almaya yönelik olduğunu savunmuştur. Bu arada ölüm içgüdüleri de kişiyi saldırganlığa itmektedir. Bilinçdışındaki ölüm isteği, zaman zaman kendimizi ve başkalarını incitme arzusu olarak ortaya çıkabilmektedir. İnsanlar yaşamları boyunca cinsel ve saldırgan dürtüleriyle mücadele etmek zorunda kalmakta, bu dürtülerin ortaya konuş biçimine göre de davranışları şekillenmektedir.

Psikanalizin temel prensibi ruhsal dünyayı bilinçli ve bilinçsizlik olarak ikiye ayırmaktır. Farkındalıktan uzaklaşmış duygusal ve bilişsel süreçler ile tepki ve davranışları etkileyen bellek formları bilinçdışını oluşturur. Aysbergin su altındaki kısmı gibi zihnin de büyük kısmı bilinçdışındadır. Tüm deneyim, baskılanmış düşünceler ve anılar bilinçdışında saklanmaktadır. Farkında olmadığımız gereksinim ve istekler de bu bölgededir. Rüyalar, dil sürçmeleri, küçük unutkanlıklar, serbest çağrışım ile elde edilen malzeme, psikotik belirtilerin sembolik içerikleri, hipnoz etkisinde açığa çıkan içerikler bilinçdışının varlığını gösterir. Psikanalitik terapinin amacı, bilinçdışı istekleri bilinç alanına getirerek, bireyin bunları tercihlerinde kullanabilir olmasını sağlamaktır. Davranışın oluşumunu anlamak için bilinçdışının rolünü kavramak gerekir. Bilinçdışı süreçler tüm insanların davranışlarını etkiler ve psikopatolojilerinin kökeninde yer alır.

Freud'un katı Ortodoks bakışına göre kişilik id, ego ve süperego olarak üç bileşenden oluşan, biyolojik, psikolojik ve sosyal içerikli bir yapıdır. İd, özellikle cinsel ve saldırgan dürtülerden oluşan zihindeki içgüdüsel baskıların temsilidir. İd, mantık ve ahlak tanımayan doğrudan hazza yönelik biyolojik taraftır. Ego ise bireyi dış dünyaya yönlendirir, iç ve dış dünyayı dengeleyici psikolojik rolü oynar. Süperego ise kişiliğin sosyal bileşenidir. Çocukluk döneminin ideal istekleri, özdeşimleri ile bireyin ahlaki eğitiminin ilk dönemlerinde şekillenir. Süperego mükemmellik için çabalar, anne babadan çocuklara geçen geleneksel toplumsal değerleri ve idealleri temsil eder. Bu üç bileşen ayrı ayrı değil, iç içe geçmiş, birbirleriyle kesişim parçaları olan çemberler gibi aktivasyon gösterir. Egonun bir numaralı görevi zihni, iç tehlikelerden ve bastırılmış dürtülerin bilince doğru ilerlemesiyle meydana gelen tehditten korumaktır. Ruh sağlığı ile psikopatoloji arasındaki ince sınır egonun bu görevi nasıl gördüğüyle ilişkilidir.

Freud id, ego, süperego bağlamında psikanalizin en önemli kavramlarından biri olan kaygı konusunu "Ketlenmeler, Bulgular ve Endişe" adlı kitabında işlemiş ve kaygıyı, bilinçdışı bir arzu bilince geçtiğinde oluşan bir işaret ya da egoyu uyaran bir sinyal olarak tanımlamıştır. Kaygı uyaran olarak devreye girdiğinde ego, ya uygun ve direkt yöntemlerle kaygıyı kontrol altına almakta ya da savunma mekanizmaları denen dolaylı yolları kullanmaktır. Savunma mekanizmalarının kişilik yapısının oluşumunda büyük rolleri vardır. Savunma mekanizmaları kavramını oluşturan Sigmund Freud id ile süper ego arasındaki çatışmayı dikkate alırken, kızı Anna Freud egonun önemine dikkat çekerek kavramı geliştirmiş ve belirli ego savunmalarının ruhsal gelişimdeki rollerini tanımlamıştır. Baskılama, yadsıma, karşıt tepki geliştirme, içe yansıtma, özdeşleşme, ödünleme gibi ego savunma mekanizmaları tarif edilmiştir. İlerleyen dönemlerde ego psikologları, insanların gerçekliği algılama şekillerine dikkat çekerek, savunma şeklinin bireylerin kendilerini nasıl şekillendirdiğini ve diğerleri ile dünyayı nasıl algıladıklarını açıklamışlardır. Savunmaların analizini yapmak, işlevsel savunma mekanizmalarını öğrenmek, bunları öğrendikçe de altta yatan tahammül edilmesi zor olan şeyleri ortaya çıkarmak psikanalizin temel terapötik işlevidir.

Psikanalitik yaklaşım ayrıca doğumdan yetişkinliğe kadar psikososyal ve psikoseksüel gelişim aşamalarını tarif etmiş, her dönemde önemle yerine getirilmesi gereken gelişimsel görevleri tanımlamıştır. Aç gözlülük ve paylaşmama duygularının temellerinin atıldığı, başkalarına güvenmeyen, yakın ilişki kuramayan, başkalarının sevgisini reddeden kişilik sorunlarının oluştuğu, annenin bebeğin besin ve haz alma gereksinimini karşıladığı 0-12 ayı içine alan oral dönem kişilik gelişiminin ilk parçasını oluşturur.

Bağımsızlığın ve kişisel gücün ilk tohumlarının atıldığı, anal bölgenin haz kaynağı olduğu 1-3 yaş arası dönem anal dönem olarak isimlendirilir. Bu dönemdeki sorunlar öfke ve saldırganlık doğurabilmekte, dış dünya ile başa çıkma kapasitesi zarar görmektedir. Erikson'un otonomiye karşı utanç ve çekingenlik olarak tanımladığı bu dönem, Freud'un anal dönemidir.

3-6 yaş arasını kapsayan fallik dönem ise çocuğun karşıt cinsiyetteki anne- babasına karşı geliştirdiği bilinçdışı cinsellik duygusunu temel alır. Erkek çocuktaki Oedipus, kız çocuktaki Electra karmaşası bu dönemin odağıdır. İlerdeki cinsel kimlik ve duyguları doğrudan etkilemektedir. Erikson bu dönemi girişime karşı suçluluk dönemi olarak tanımlamış ve temel işlevinin yeterlilik ve girişim duygusunu geliştirmek olduğunu belirtmiştir. Çocuğun özgürlükleri aşırı baskılandığında ileride sorumluluktan kaçan, başkalarının kendileri için tercihlerde bulunmasına, kararlar vermesine izin veren bireyler gelişmektedir.

6-12 yaş arasını Freud, gizil dönem olarak tariflemiş, sosyalleşmenin başladığı, oldukça sakin bir dönem olarak belirtmiştir. Erikson bu dönemi okul dönemi ve üretkenliğe karşı aşağılık duygusu olarak tarifler. Gerekli adımlar atılmazsa çocukta yetersizlik duygusu ortaya çıkar.

Psikanalitik yaklaşımda birincil süreç düşünmesi, mantıksız düşünmenin ifadesidir. Bilinçdışı, rüyalar ve yaratıcı süreçler buradan kaynaklanır. Mantıklı düşünme ise ikincil süreç düşünmedir. Bunlar sağ ve sol beyne ait özelliklerden kaynaklanır.

Freud rüyalara büyük önem vermiş, "Rüyaların Yorumlanması" adlı eserinde rüyayı "bilinçdışına doğru uzanan asi bir yol" olarak tanımlamıştır. Freud'a göre rüyayı gören kişi, rüyadaki anlamların anahtarına da sahiptir. Yani rüyalar kişiseldir. Jung ise rüya yorumuna günümüzdeki ve evrensel anlamları da yükler. Freud, rüya yorumlarında rüyanın görünür içeriği ve çağrışımları arasında derin ve tematik bağları aramıştır. Rüyayı aynı zamanda uykunun bekçisi olarak tarifleyen Freud'un bu tanımlaması günümüzde bilimsel geçerliliği olan bir kavramdır. Rüyanın dilini bilmek mantıksız görünen bir çok düşünceyi anlamanın yegane yoludur.

Psikanalitik terapide iki hedef vardır. Bilinç altını bilinç düzeyine çıkarmak ve egoyu güçlendirmek. Ego güçlendiğinde kişi içgüdüsel tutkular, düşünce ve davranışlarının getirdiği gereksiz suçluluk duygularından kurtulacak, gerçeklik temeline göre hareket edecek, ruhu özgürleşecektir. Psikanalitik terapinin sonunda bireyin kişiliğinde ve karakter yapısında belirgin değişiklikler olması beklenir. Bu bakımdan psikanalitik terapi sadece iç görü kazanma meselesi değil kendini anlama ile ilgili tüm duygu ve anıların yeniden formatlanmasıdır.

Psikanalitik yaklaşımlar bilinçdışını bilinçli kılmayı amaçlar. Bu gerçekleştiğinde;

  1. Problem kaynağında çözülecektir. Bu, semptom olarak dışa vurulan içsel problemlerin ortaya çıkarılmasıyla olur. Nasıl bataklığı kurutmadan tek tek sivrisinekleri öldürmek çözüm olmuyorsa, ruh sağlığında da aynı durum söz konusudur.
  2. İçsel çatışma içinde bulunan kendiliğin bölümleri bütünleşecektir. İşinde yükselmek isteyen, fakat bunu bir türlü gerçekleştiremeyen birinin kendiliğinin bir yerlerinde sorumluluktan kaçma, sorumluluğun ağırlığında ezilme korkusu bulunabilir. Kişi farkında olmadan, yükseleceği, sorumlu pozisyona geleceği durumlarda kendi kendini sabote ederek terfi alamayabilir. Terfi almanın öfkesi ve üzüntüsü dışarıya yansırken aslında sorumlu pozisyona geçmeyi hiçbir zaman istememektedir.
  3. Bu günümüzü etkileyen geçmiş acıların kaynağı ortaya çıkacaktır. Geçmişin, şimdiki zamanda yer bulmasını engellersek içsel huzur sağlanır.
  4. Kendilik için uygun eylemlerin yapılmasının önünde bulunan engeller ortadan kalkar.

Geleneksel psikanalitik terapi uzun bir süreçtir. Yıllar sürecek yoğun bir çalışma gerektirir. Psikanalizde terapist ile yüz yüze yapılan birkaç görüşmeden sonra arkası yükseltilmiş bir kanepeye uzanan danışandan, aklına geldiği gibi, hiç sansürlemeden duygu, hayal, yaşantı ve düşüncelerini anlatması istenir. Serbest çağrışım denen bu süreç psikanalitik terapilerin temel kuralıdır. Bunun nedeni hastanın ve terapistin, problemdeki kilit noktanın nerden çıkacağını bilememeleridir. Kanepeye uzanan hasta ile arkasında oturan psikanalistin birbirlerinin yüzlerini görmemelerinin nötr bir ortam yarattığı, danışanın içsel dünyasına daha rahat odaklandığı ve analistin de danışanı etkileyebilecek mimiklerini ve vücut dilini kontrol etmek zorunda kalmaması gibi olumlu etkileri olduğuna inanılmaktadır.

Psikanalitik terapi, hem keşif hem de tedavi amaçlı, aşama aşama ve ağır ilerleyen bir süreçtir. Terapi süreci başarıyla tamamlandığında hasta yaşamıyla ilgili "neden?" sorusuna cevap verebilir. Birey artık çevrenin kendisini, kendisinin de çevreyi nasıl etkilediğini anlamış, savunucu tutumundan vazgeçmiştir.

Psikanalitik yaklaşımda, psikanalist ile danışan arasındaki terapötik etkileşimin özü transferans sürecidir. Burada danışanın geçmişindeki tüm duygu ve fantezilerin bilinçsizce psikanaliste yönlendirilmesi söz konusudur. Bu, geçmişteki ilişkilerin anlaşılıp çözümlenmesine yardımcı olmaktadır ve danışan önceki yaşadığı duyguları terapist üzerinden tekrar yaşayacaktır. Yani terapist, danışanın geçmişinde önemli olan kişilerin varlığını temsil etmektedir. Transferans sürecinde en önemli nokta danışanlardan gelen olumlu ya da olumsuz tepkiler karşısında terapistin objektifliğini koruması ve kişisel tepki vermemesidir. Bundan dolayı psikanalistlerin hasta kabul etmeden önce kendilerinin bir psikanaliz sürecinden geçmeleri istenir.

Psikanalitik terapi, bir bebeğin annesi ile olan büyüme sürecine benzer. İstikrarlı analitik bir ilişki tedavinin başarısı açısından çok önemlidir. Uzun süreli ayrılıklar, seansın yapıldığı mekânsal değişiklikler gibi faktörler terapötik süreci bozabilir. Terapistin erken yaptığı bir yorum da danışan tarafından reddedilmeye yol açabilir. Genel olarak yorumların, danışanın bilinçli olarak kendisinin fark etmesine yakın bir zamanda yapılmasına ve yorumun daima yüzeyselden derine doğru olmasına dikkat edilir. Yorumdan önce danışanın direnç ve savunmalarını açıklamak daha uygundur.

Psikanalitik terapi, özetle rüyalar, serbest çağrışımlar, görülen dirençler ve terapötik ilişkinin kendisinin getirdiği davranışsal anlamlara dayalı klasik bir psikoterapi yöntemidir. Günümüzde farklı farklı yorumlansa da insanı anlamaya yönelik tüm ekollerin nirengi noktasıdır. Hemen her psikoterapi kuramının içinde bir miktar psikanalitik kavram bulmak mümkündür.

İş ve aşk hayatını içine alan yaşama problemlerinde, stres, sıkıntı ve kaygı tedavisinde, kişilik bozuklukları tedavisinde, çocuk ve aile terapilerinde, oyun terapilerinde kavramları her zaman kullanılacak klasik bir baş yapıttır psikanalitik terapi.

Antalya Psikanaliz ve Psikanalitik Terapi.
Antalya Psikiyatri ve Psikoterapi Merkezi.
Psikiyatri Uzmanı Dr. Filiz Uluhan.